0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

22. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“AY GÜNEŞE KAVUŞURSA”

 

2009

Öldüğümü anladığım yıl.

Ölüm saatini veremem ama nasıl öldüğümü anlatabilirim.

Mila, yaşadığı son günlerde o kadar huzursuzdu ki daha o yaşta bile acının ruhunu tıkadığını hissedebiliyordu. Bir nefes alıyordu ama sanki ikincisini almaya gücü yetmiyordu. Saçları çok uzamış, çilleri çoğalmıştı. Ne zaman kalbinin üstüne yatsa nefesi kesiliyor, tırnakları avuçlarıyla birleşiyordu. Yumruklarını sıkmayı öğrenmişti. Canı acıdığında çığlık atarak ağlamak yerine yumruklarını sıkıp dudaklarını ısırmayı öğrenmişti. Tanrı onu bulutlara oturtsa, dünyayı görebilirdi ama izlemeye dayanamazdı çünkü yeryüzünde çok fazla kötülük vardı.

Artık iyi ve kötü insanları ayırt edecek kadar büyümüştü.

Mesela... Hüseyin kötü biriydi.

Çünkü onu yapmak istemediği şeylere zorluyordu ve Mila artık bunun yanlış olduğunun farkındaydı. Eskiden onu öperdi, ona sarılırdı çünkü onu severse babasını kendisine getireceğine inanırdı ama babasının asla gelmeyeceğini artık biliyordu. Öyleyse istemediği halde Hüseyin Amca’ya sarılmak zorunda değildi. Ona küstü, babasıyla ilgili yalan söylediğini öğrendiği zamandan beri ondan uzak durmak istiyordu ama Hüseyin Amca’sı onu sürekli rahatsız ediyordu. Bir şeylerin yanlış olduğunu seziyor, hissediyordu ama yanlış olanın tam olarak ne olduğunu anlamıyordu. Sadece... Hüseyin Amca’yı görmek, onunla konuşmak istemiyordu.

Yalnız olmaktan çok korkuyordu.

Çünkü her an gelip kendisine istemediği şeyler yapabilirdi.

"Tanrım... annemin iğnelerine bile razıyım, n'olur Hüseyin Amca yanıma gelmesin..."

O gelince ruhu sıkılıyordu, boğazına bir el saplanıp o yanından gidene kadar orada kalıyordu. Şekerleri artık sevmiyordu, yemek istemiyordu. Yanağımı öpersen sana bir şeker veririm, diyordu ama Mila artık onun şekerlerini istemiyordu.

"Mila, Hüseyin Amca senin nerede olduğunu soruyordu. Acaba yine nasıl bir yaramazlık yaptın..."

Başı korkuyla omzunun üzerinden arkasına döndü. Oda arkadaşlarından Melisa, odanın kapısı önünde durmuş, kendisine bakıyordu. Arkadaşlarının hiçbiri onu sevmiyordu, oysaki yaramaz bile değildi ki. Bazen kendini sevdirmek için oyuncaklarını oda arkadaşlarına veriyor, “Arkadaş olabilir miyiz?” diye sorarak gülümsüyordu ama kimse dönüp de ona, Olur, demiyordu.

"Neredeydi? Kızgın mıydı?"

Arkadaşı kapıyı örtüp yatağına yürürken, "Yemekhanedeydi ama seni bulamadığı için bize sordu," diye açıkladı. "Gazel, Hüseyin'in sana kızmasını istemediği için nerede olduğunu bilmediğini söyledi. Oysaki yalandı, odada olduğunu biliyordu."

Gazel buradaki tek yakın arkadaşıydı. Birbirlerini koruyorlardı ve bunun sevgiyi göstermenin bir başka yolu olduğunu öğrenmişlerdi. "Beni korumak istemiştir," dedi, sesi hüzünlüydü. "Yoksa o yalan söylemez ki."

"Hüseyin Amca anlamış gibiydi çünkü Gazel'i yanımızdan alıp gitti."

Gazel'i nereye götürmüş olabilirdi? Ona da zorla sarılmak ister miydi? Safir, arkadaşı için duyduğu endişeyle yataktan kalktı.

Koridora çıktı, alt kata indi ve etrafına bakınarak yürümeye başladı. Hüseyin Amca onu hep en alt kattaki koridora indirirdi; Gazel'i de mi oraya götürmüştü? Ellerini kendine sardı ve en alt kata indiğinde bacakları duyduğu korkuyla titremeye başladı. Burada kimse yoktu, zaten herkes yemekhanedeydi. Safir Mila, kalbi küt küt atarken koridorun karanlık ucuna doğru ilerledi ve o an karanlığın içinde biri iri, biri ufak olan iki siluet gördü. Hüseyin Amca öne eğilmiş, Gazel’e bir çikolata uzatmıştı. Bir yandan da gülümseyerek saçlarını okşuyordu.

Hüseyin Amca kendisini şekerle kandırırken Gazel'i çikolatalarla mı kandırıyordu?

Mila ad veremediği duygularla bocalıyor, bu görüntünün kendisini neden huzursuz ettiğini açıklayamıyor, yalnızca Gazel'i buradan alıp gitmek istiyordu. O an sanki Gazel onun hissettiklerini duymuş gibi çikolatası için Hüseyin Amca’ya teşekkür etti ve arkasını dönüp mutlu bir şekilde diğer merdivenlere koşmaya başladı. Gazel'in gözden kaybolduğunu gördüğünde elini kalbinin üzerine bastırdı ve fark edilmemek için Tanrı'ya yalvararak parmak uçlarında arkasını döndü.

"Mila, orada ne yapıyorsun?"

Duymamış gibi yapmayı istedi, böylelikle koşar ve merdivenlere ulaşırdı. İleriye doğru bir adım attığında Hüseyin'in karanlık gölgesi önünde belirdi. "Ben de seni arıyordum. Bekle tatlım, gitme."

Mila onu duymuyordu; korkularını duyuyordu. Kafasını iki yana sallamaya devam ederken sesini soluğunu çıkaramadan daha hızlı yürümeye başladı ama Hüseyin çoktan ona yetişmişti. Safir Mila beklenmedik temasla kendini kaybetti ve ufak bir çığlık atarken onunla göz göze geldi. Adamın bakışları ruhunun bir rengi gibi katran karasıydı ve Mila o gözleri gördüğünde öldüğü yeri görmüş gibi olmuştu.

Adam elinden birini kaldırıp onun ağzına kapatırken, "Sakın," dedi uyararak. "Sakın bağırma, sus!"

Sus!

Hüseyin elini ağzına örtmüş, susmasını emrediyordu ve Mila bu tavır karşısında hıçkırıklara boğulmamak için direniyordu. Eli kocamandı; ağzı dışında neredeyse yüzünün yarısını da kaplamıştı ve Safir kaçıp gitmek istese de koluna baskı uygulayan el yüzünden çekilemiyordu.

Hayır baba, ağlamıyorum... Sadece gözüme toz kaçtı.

"Bı... bırak." Mila'nın sesi, ağlamamak için verdiği savaş yüzünden titriyordu. “Gideceğim!"

"Tabii ki gideceksin," dedi adam. "Ama önce izin ver de amcan sana sarılsın.”

"Olmaz, olmaz, olmaz..." Safir daha fazla korkmaya başladı ve kalbi kuş gibi telaşla çırpınırken aynı kelimeyi tekrarladı. “İstemiyorum! Hüseyin Amca neden böyle yapıyorsun?”

Adam bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ederek huzursuzlandı ve gülümsemesi, kanıt bırakmadan olay yerinden ayrılan bir katil gibi dudaklarını terk etti. "Mila, benden korkuyor musun? Bak, elimi çekeyim ve konuşup barışalım olur mu?”

"Hayııır!"

Eli ağzında olmasına rağmen kızın dudaklarından dökülen bu bağırış tüm koridorda çınladı ve adamın gözlerinde hadsiz bir öfke filizlendi. "Sus!" dedi hiddetle. "Büyüdükçe ne kadar kaba bir kız olup çıktın böyle!”

"Ne oluyor orada?"

Koridorda bir ses yankılandığında, adamın gözlerindeki öfke yerini tedirginliğe bırakmıştı ve Safir Mila gözlerindeki karanlığa sızın ümit ışığını hissetmişti. Adamın omzunun üzerinden arkaya baktı ve Müdire Hanım'ın koridorun ucunda durmuş, kendilerine baktığını gördü. "Bir şey olmuyordu," dedi Hüseyin ve doğruldu. "Mila'ya yukarıya çıkmasını söylüyordum."

Mila gözlerini ovalarken hıçkırarak Hüseyin'e baktı. Yalan söylüyordu ama kendisi Müdire Hanım’a gerçeği söyleyerek onun buradan gönderilmesini isteyecekti. Birkaç adımda Müdire Hanım'a ulaşarak onun arkasına saklandığında, "Derhal buradan kaybol," dediğini duydu kadının. "Hüseyin, derhal buradan defol."

Bekçi Hüseyin, "Hay hay," diyerek uzaklaştı ve saniyeler süren adım seslerinin ardından gözden kayboldu.

"Safir..."

"Müdire An... Anne."

Müdire Hanım kendisine dönerek dizlerinin üzerine çöktü ve onu kollarından tuttu. Mila yaşadığı bu kalp kırıklığını birine anlatmazsa ölecekmiş gibi hissettiğinden bir saniye bile beklemeden, "Yalan söyledi," dedi. Sesindeki keder bilinen an acılı şarkının kendisiydi sanki. "Müdire Anne... o çok kötü biri! Beni tuttu, elini ağzıma kapattı. Bana, ‘Sus sus,’ deyip durdu. Aslında böyle şeyleri hep yapıyordu ama artık yapmasını istemiyorum. N'olur Müdire Anne gönder onu buradan…”

"Sus." Kadının ağzından çıkan tek kelime Safir'in kulaklarında âdeta zonkladı ve bakışları çektiği acıdan karardı. Müdire Hanım da ona susmasını emrediyordu. "Bu gördüklerim burada kalacak, kimseye hiçbir şey demeyeceksin."

"Ama Müdire Anne..." Safir birinin artık onu karanlığa çekmesine gerek kalmadığını hissetti çünkü zaten karanlıktaydı. "Başkalarına da yaparsa, başkalarına da zorla dokunmaya çalışıyorsa... Herkes bilmeli bu..."

"Mila, bunu bir kişiden bile duyarsam sana babanın mezar yerini asla söylemem."

Mila sustu. Herkesin istediği gibi sustu. Babasının mezarı... Kendisi için üzüldüğü kadar babası için de üzülüyordu ama o daha küçücüktü ve elinden hiçbir şey gelmiyordu. Omuzları taşıdığı yükün ağırlığıyla çöktü ve elini kaldırıp bir anlık üzüntüsüyle Müdire Hanım'ın suratına vurdu.  Kadın aldığı darbeyle beraber bocalarken Safir Mila arkasını döndü ve hıçkırarak karanlığın içine doğru koştu. Mila artık buradan kaçmak, giderken de Gazel'i de beraberinde götürmek istiyordu. Aslında bunları Gazel'e anlatmak istiyordu ama aldığı tehdit onu düşündürüyordu. Ya Müdire Hanım babasının mezarını ona asla göstermezse? Kalbi bu düşünceyle acıdı ve karanlıkta süratle koşarken bu savaşta kimsenin ona siper olmayacağını düşünerek gözyaşları dökmeye devam etti.

Korkunç bir hatıranın rüyalarımı bölmesiyle soluk soluğa uyanmış, son birkaç dakikadır tavana bakıyordum. Parmaklarım, altımdaki çarşafı hırpalarcasına kavramış, bedenimin bir kısmı hareket edemeyecek kadar kasılmıştı. Uyanalı bir süre olmasına rağmen soluklarım düzene girmemişti ve çığlık atarak uyandığım için boğazım sızlıyordu. Oda karanlıktı, gün daha ağarmamıştı ve ıslak gözlerim henüz yeni yeni karanlığa alışıyordu.

Bu evde güvendeydim çünkü bu ev Hazer'indi ama yine de karanlıkta çok korkuyordum. Üstelik yalnızdım, Hazer yoktu, hâlâ dönmemişti. Doğrulduğumda parmaklarım başucumdaki abajura uzandı. Karanlık beni biraz uğraştırsa da ışığı yaktım. Etrafı gece mavisi bir ışık kapladığında titreyen elimi alnıma dayayarak ağlamamaya çalıştım.

O kadını hiç affetmeyecektim.

Yaşadıklarıma sessiz kalıp göz yumduğu için onu asla affetmeyecektim.

Şakağımdan akan teri silerken gözümün önüne daha güzel bir şey getirmeye çalıştım. Çok geçmeden gözlerimin önünde bir yüzün parçaları birleşmeye başladı. Yüz tamamlandı ve amber renkli gözler sanki beni izlemeye başladı. Hazer'in yüzü gözlerimin önünde, eşsiz bir tablo gibi asılı kaldı.

Hazer... Gideli tam dört gün olmuştu. Gittiği o günden beri onun evinde, misafir odasında kalıyor ve sürekli ondan bir arama bekliyordum. Aslında gittiği ilk günün gecesinde beni aramıştı ama yetişemediğim için açamamıştım. O günden sonra da bir daha aramamıştı. Onu arayıp aramamayı çok düşünmüştüm ama meşgul etmekten korktuğum için bir türlü aramaya cesaret edememiştim.

Fakat canıma tak etmişti.

Fırlayarak kalktım ve yastığın altına koyduğum telefonumu aldım. Elimde telefon, çıplak ayaklarımı sürüye sürüye odadan çıktım ve koridorda bir an durarak etrafıma bakındım. Koridorun diğer ucuna ilerledim ve Hazer'in odasının önünde durdum.

Yatağında yatsam ne olurdu ki sanki...

"Arasam seni açar mısın acaba..."

İçeriye sızdığımda ayışığının odayı doldurduğunu gördüm. Kapıyı arkamdan kapatıp sırtımı yasladım ve bir süre etrafa baktım. Her şeyi seçemiyordum ama büyük, yuvarlak, siyah örtülü yatağını seçebilmiştim. Yatağında yatmak istiyordum, belki daha iyi hissederdim ama önce bunu Hazer'e sormam lazımdı. Benim için bir ilkti birinin sesini duymayı istemek.

Aslında çok garipti ama farkında olmadan numarasını ezberlemiştim. Yanaklarım hafifçe kızardı ve parmağım adına temas etti. Onu arayarak telefonu kulağıma yasladım ve heyecanlı gözlerle yatağına bakarken cevap vermesini bekledim. Belki uygunsuz bir saatte aramıştım ama şu an onunla konuşmak benim için gerçekten bir ihtiyaçtı. 

"Mila..."

Sesi kulaklarıma doldu, kalbimde büyüdü. Ses tonu boğuk, sıcaktı. Dudaklarım kıvrılmaya başlamışken sırtımı kapıdan ayırarak onun yatağına ilerledim. "Merhaba," diye fısıldadım tek solukta. "Hazer... Hazer, Hazer... İsmini söylemek şu an çok hoşuma gitti. Biraz daha söyleyebilir miyim?"

Hazer'in soluğu kesilmişti, sadece yutkunuşunun can alıcı sesini duyuyordum. "Şu an yanında olmak vardı..." Hissedebiliyordum, farklı yerlerde olmamıza rağmen aynı şarkıyı duyuyorduk. "İstediğin kadar söyleyebilirsin Mila. Sesin yumuşacık, beni mest ediyor."

O soluk alamıyordu, bense soluk soluğaydım. "Hazer... telefonu açmanı o kadar çok istedim ki... açmasaydın çok üzülürdüm.”

Örtüsünü bozmamaya çalışarak kendimi yatağının ucuna bıraktım ve parmaklarımı onun yattığı siyah, saten çarşafın üzerinde dolaştırmaya başladığımda Hazer'in sert şekilde yutkunduğunu duydum. "Seni üzenin var ya ben..." diyen sesini duydum. "Belası olurum belası..."

Bana siper oluyor, yine ve yeniden... Yanaklarım bir hayli kızardı ve parmaklarım saten çarşafını okşarken, dudaklarım birkaç şey demenin arayışına düştü. "Hazer, benim için bir şeyleri göze almaktan bahsettiğinde önümde siper oluyormuşsun gibi hissediyorum," dedim. "Ama ben hiçbir kurşun sana gelsin istemem ki..."

Kimse bana hem bu kadar uzak hem de bu kadar yakın olmamıştı. Sanki hemen yanı başımdaydı, nefesi yumuşakça alnımdan süzülüyor, amber gözlerindeki yasla beni izliyordu. Elini uzatmak, saçıma dokunmak istiyor ama yapamadığı için sadece gülümsüyordu. Ben de onunla gülümsüyordum ve bu an sanki eşsiz bir ana dönüşüyordu... Hazer yanımda olmasa bile burada gibiydi çünkü kalbini avuçlarıma bırakıp gitmişti. "Beni niye bu kadar beklettin Mila?" İç çekişini duydum. "Ara diye ne kadar bekledim biliyor musun?"

"Oraya iş için gittin, meşgul etmekten çekindim," dedim dürüstçe ve ayışığına baktım. "Sen neden beni aramadın ki?"

"Totem yaptım," dedi ansızın ve buna bir tepki vermeme müsaade etmeden devam etti. "Eğer Mila beni ararsa bana karşı doludur diye totem yaptım. Ben sana çok doluyum, yani bayağı..."

"Yaa, Hazer..." Ah, böyle şeyler mi düşünüyordu? Beni düşünüyordu, benimle ilgili şeyleri...

"Mila?"

"Si?"

"Bu saatte neden uyumuyorsun?”

"Uyuyordum aslında," diyerek nazikçe anlattım. "Sonra kâbus gördüm, doğrusu kâbusumda yaşadığım bir hatırayı anımsadım... Odanın ışığını açmıştım ama uyandığımda etraf çok karanlıktı, pek utanç verici ama daha da korktum..."

"Siktir." Hazer'in ağzından çıkan bu terbiyesiz kelime bir an ikimizin de nefesini tutmasına sebep oldu. "Affedersin," diyerek aceleyle düzeltti Hazer. Ardından temkinli şekilde mırıldandı. "Korktuğunu duyunca elimde olmayan bir tepki verdim. Elimde değil çünkü yanında değilim..."

Çehresi, sert yüz hatlarına sahip olmasına rağmen gözlerimin önüne düştüğünde kalbimi yumuşattı. "Hazer?"

"Balerinim?"

"Misafir odasında korktuğum için odana geldim. Senin için mahsuru var mı?"

"Şu an tam olarak neredesin?"

Altdudağımı ısırdım. "Yatağında..."

Hazer'in derinden iç çekişi benim de iç çekmeme sebep oldu. Bir süre sessizlik yaşandı ve bu, Han konuşana dek devam etti. "Mila, neyi anımsadın? Ağlamadığını ümit ediyorum ama hem kâbus görüp hem karanlıkta kalmanın seni ağlatabileceğini de biliyorum. O ışık nasıl kapandı ki acaba? Evin tüm ışıklarını açabilirsin, biliyorsun değil mi? Hiçbir güç seni karanlıkta bırakamaz..."

"Ayışığı odana çok güzel vuruyor," diye fısıldadım. "Çok güzel şeylere sahipsin Hazer."

"Ama henüz tam olarak istediğim şeye değil."

Kısa bir sessizlik aramızda uzarken saçımı parmağımın etrafına dolayarak oynamaya başladım. "Umarım... istediğin her neyse ona da sahip olabilirsin."

"Olmalıyım. Çünkü hayatı hep arayış içinde, manasız yaşamaktan çok usandım..."

Keşke Hazer'in bana iyilik yaptığı gibi ben de ona yapabilseydim ama yapamıyordum. Kasvetli geceye uzun uzun bakarken ne diyeceğimi bilemeyerek sustum ve bu sessizliği Hazer doldurdu. "Mila, hâlâ korkmuş hissediyor musun?"

"Biraz," diye itiraf ettim ve komodine yürüdüm. Komodin üzerindeki abajuru yakarken, "Fakat yanaklarım kızarsa da sesini duyduktan sonra daha iyi hissettiğimi itiraf etmek istiyorum," diye devam ettim konuşmama.

"Mila," diye fısıldadı Hazer; ses tonunun, gülümsediğini ele verdiğine yemin edebilirdim. "Ne iyi gelirdi sana?"

"Şu an bu sorunun sadece bir cevabı var."

“Nedir?”

"Sen."

Cüretkâr davrandığımın farkındaydım ama iki gündür onu görmemek beni biraz daha pervasız yapmıştı. Soluğumu tuttum. Hazer'in de afalladığını hissediyordum. "Kapat telefonu," dediğini duydum ve devamında hiçbir şey söylemeden telefonu kapattı.

Aramayı sonlandırmıştı, hem de cevap bile vermemi beklemeden. Üzüldüğümü hissettim ve telefonu komodine bırakarak yatağın kenarına yerleştim. Acil bir işi çıkmış olabilirdi, anlayışlı yaklaşmam gerekiyordu ama keşke vedalaşma fırsatı yakalasaydık.

Kısa bir zaman geçmişti ki kısık sesler duydum ve gözlerimi açarken o seslerin yaklaştığını fark ettim. "Kerem, sen misin?"

"Evet." Kerem'in sesi uykulu ve şikâyetçiydi. "Benim!"

Bu saatte burada ne işi vardı ve bu odada olduğumu nereden biliyordu? "Kapıyı açar mısınız?" diye ricada bulundu. "Size vermem gereken bir şey var."

Üstüme çekidüzen vererek kapıyı açtığımda koridorun aydınlık olduğunu fark ettim ve Kerem’le yüz yüze geldiğimde elinde bir laptop tuttuğunu gördüm. "Kusura bakmayın rahatsız ettim," derken mahcup görünüyordu. Laptopu uzattı. "Kapağını açmanız yeterli."

"Affedersin Keremciğim, neyden bahsediyorsun?"

Kerem uykusuz görünse de sinsi sinsi gülmeyi ihmal etmedi. "İlahi Safir Hanım, anlamamış gibi yapıyorsunuz bir de... Tamam tamam, ben buraya gelmedim, size buna getirmedim. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapacağım ki utanmayın..."

Laptopu elime tutuşturdu ve karşılık vermeme müsaade etmeden uzaklaşmaya başladı. Tüm bu olan bitene anlam veremeyerek içeriye girdim, yatağa ilerledim. Laptopun kapağını kaldırdım ve karanlık ekranına bakıp bir şeyler olmasını bekledim. Tuşlardan birine bastım ve elimi çekerken bilgisayar ekranının aydınlandığını gördüm. Gözlerimi tuşlardan ekrana kaldırmamla donup kaldım.

Yüreğim beton olsa Hazer şimdi bu bakışlarla o yüreği deler geçerdi.

Bilgisayar ekranındaydı ve gözlerini kırpmadan bana bakıyordu. Görüntü çok pürüzsüz değildi ama onu seçebileceğim kadar netti. Dudaklarım iki yana doğru kıvrılırken, "Hazer," dedim ve ekrana elimi salladım. "Beni görüyor musun? Ben seni görüyorum. Hatta bir saniye... Çıplaksın."

Hazer'in omuzlarının çıplak olduğunu fark ettiğim an bakışlarımı daha aşağıya indirmeden tekrardan yüzüne çıkardım ve onun da afalladığını gördüm. "Affedersin," dedi ve bir anda görüntüsü ekrandan kayboldu. Çok hızlı şekilde kalkmıştı ve şimdi kamera açısında bir yatak vardı. Sanırım otel odasındaydı. Elimi düzeltmek için saçlarıma götürürken Hazer tekrar kadraja girdi ve bir koltuğa oturarak bilgisayara yaklaştı. Tanrım!  Bir şey olmuş, hem de bana... Onu görünce anladım. Bir duygu onun yokluğunda büyümüş, kocaman olmuştu. Hazer tıpkı benim gibi elini kaldırarak parmaklarını açıp kapattı. "Merhaba."

"Ho... Hola." 

Gözlerimi irice açarak ekrana biraz daha yaklaşırken, "Bunu nasıl yapabildin?" diye sordum ilgi ve heyecanla. "Seni görüyorum Hazer."

Güler gibi bir ses çıkardı. "Şu an akıllı telefona bakıp bir şeyler anlamaya çalışan yaşlı teyzeler gibisin Safir."

"Laptop kullanmasını pek bilmiyorum," dedim ve tebessüm ettim. "O yüzden şimdi bir an karşımda olmana anlam veremedim, mazur gör."

"Nezaketinden hiçbir şey kaybetmemişsin," diyerek ekrana uzandı ve yüzümün herhangi bir yerine dokundu ama bunun nereme denk geldiğini anlamamıştım. "Bir uygulama," diye devam etti Hazer, eli çok geçmeden ekrandan uzaklaştı. "Onun sayesinde şu an görüntülü konuşabiliyoruz."

Bir anlık gafletle ellerimi kaldırarak çırptım. "Harika bir uygulamaymış."

Hazer onun için heyecanlandığımı gördüğünden dudaklarını kıvırdı ve bakışlarını tüm yüzümde dolaştırmaya başladı. Üzerine siyah bir tişört geçirmişti ve kollarını masaya dayamış, yakından beni izliyordu. Yüzü, üzerinde emek verilmiş bir ustalık eseri gibi muazzam görünüyordu. "Abajur ışığına biraz daha yaklaşsana," dediğini duydum. "Işık yüzüne vursun, seni daha iyi görebileyim."

"Hemen yaklaşıyorum," dedim. “Sakın kapatma, hemen yaklaşıyorum."

Arzu ettiği gibi yatakta biraz kaydım ve abajur ışığının yüzüme daha net yansımasını sağladım. "Neler yapıyorsun?" diye sordu, eli ekranın kenarında yavaşça dolaşıyordu.

"Dans ediyorum," dedim ve esneyerek devam ettim. "Meliha Hanım’la daha erken saatte, öğleden önce buluşup saatlerce çalışıyoruz. Sonra dans kursundan çıkıp sahafa geçiyorum, işimi yapıyorum, mesai bitince çıkıp eve geliyorum... Kerem her gün bana yemek getiriyor, hepsi de lezzetli ev yemeği. Sanırım bunu ona sen söyledin, çok teşekkür ederim. Yemeğimi yedikten sonra da sıcak çikolata içip senin fotoğrafına bakıyorum..."

Sakince beni dinlerken ağzımdan kaçırdığım bu kelimeler yüzünden duraksadı. "Fotoğrafıma mı?" Cümlemi tamamlayamadan susmak zorunda kaldım ve dudaklarımı ısırarak bakışlarımı uzaklaştırdım. Yakalanmıştım. "Benim fotoğrafıma mı bakıyorsun sen?"

Bozuntuya vermemeye çalışarak, "Evdeki fotoğraflarından biri işte," dediğimde, "Hayır," dedi Hazer, sesi keyifliydi. "Evin hiçbir yerinde fotoğrafım yok."

“Var, sen bilmiyorsun.”

Kıkırdadı. “Yok.”

"Tamam."

"Ne tamam?"

"Tamam," diye tekrarladım utangaç şekilde. "Kapatabilir miyiz?"

Bu mesele hakkında daha hiçbir şey söylemeyerek incelik ettiğinde, "Gracias," dedim ve bakışlarımı ekrana çevirdim. Yanımda olmadığı için sıcaklığını hissedemiyordum fakat gözlerinden ruhunu görebildiğim için hiç de uzağında hissetmiyordum. "Sen neler yapıyorsun?" diye sordum.

"Çalışıyorum," dedi düz bir sesle. "Sabahları erken kalkıp yatırım yaptığımız şirkete geçiyorum, gece yarısına kadar yapabildiğim ne varsa yapıp otele dönüyorum ve bir şeyler yiyip uyuyorum.  Arada bir ortaklık yemeklerimiz oluyor, orada da sıkılıyorum..."

Gerçekten yorgun görünüyordu, bunun için üzülmüştüm. "Han, rica ederim gece yarılarına kadar çalışma. Çok yorulursun."

Ensesini ovaladı. "İyiyim ben, asıl sen kendini yorma."

Başımı salladım, o istiyorsa kendimi daha az yorardım. "Hazer, çok özür dilerim."

Afalladı. "Ne için?"

"Gitmeden önce karşımda durup bana sarılmak istediğinde... sana sarılacak kadar cesur olamadığım için..."

Omuzlarım üzüntüyle düşerken Hazer'in derin bir iç çekerek ekrana yaklaştığını hissettim. Gözlerini gözlerime dikti ve pürüzlü görüntüye rağmen bakışları bedenimi ele geçirdi. Eli yüzü cenneti görmüş gibi, Tanrı'nın çok yakınından, tertemiz... Ekrandaki görüntünün netliği kaybolurken, "Beni bekle güzelim," dedi ve başparmağını kaldırıp dudağına yasladı. Bir öpücük kondurduktan sonra dudağından çekti ve tereddütle uzatarak ekrandan, yüzümdeki bir noktaya belli belirsiz dokundu. Beni öptüğünü düşününce gözlerim kapanırken, "Dudağındandı," diye devam etti ve görüntüsünün netliği yavaşça kayboldu.

4 gün sonra

Günler birbirinin aynısı şeklinde, oldukça yavaş geçiyordu ve ben, bahçedeki meyvesinin hasat vermesini bekleyen bir çiftçi gibi gelecek günleri sabırsızca bekliyordum. İçimde bir çukur açılmıştı. Gelip geçen günlerle çukurun içini, tanımakta geç kaldığım bahtsız bir his doldurmaya başlamıştı. Acı veyahut ona benzer hislerle akası olmayan, zamanla ilişkili bir histi. Zamanın, istediğimin aksine bu kadar yavaş akması beni incitmekle kalmıyor, duygularımı da büyütüyordu.

Sahaftan az önce ayrılmış, kaldırımda yürüyor, bir yandan da bugün olanları düşünüyordum. Öğleden önce yetimhaneye gitmiş, Leo konusunda müdireyle konuşmuştum. Kendisi bana o aile hakkında bir şeylerden bahsetmiş, evlat edinmek için tüm koşullara sahip olduklarını eklemişti. Leo'ya kendim bakmayı istediğimi Müdire Hanım'a söylemiştim ama bunun için yeterli imkânlara sahip olmadığımdan bahsetmişti. Ablası olarak ilk seçenek bendim ama Leo'yu evlatlık isteyen ailenin benden daha iyi şartlara sahip olduğu aşikârdı. Yine de Leo'yu almak için her şeyi yapabileceğimi tekrarladığımda Müdire Hanım bana bir dilekçe yazdırmıştı. Resmi olarak kardeşimi almak için ilk adımı atmıştım ama onu getireceğim evin ihtiyaçlarını karşılayabilmem gerekiyordu. Bu yüzden Leo'yu da ziyaret ettikten sonra yetimhaneden ayrılmış, paramın bir kısmıyla kendi evime birkaç şey almıştım. Üstelik eve gittiğimde elektrik ve suyumun açıldığını fark etmiş, elektrikli sobayla ısınabileceğim için mutlu olmuştum.

Yolun karşı tarafına geçmek için kaldırımda durdum ve ışıkları kontrol ederken ellerimi montun ceplerine yerleştim. Tam da o esnada cebimdeki telefon titredi ve bunun bir mesaj olduğunu anlayarak telefonu çıkardım.

Gönderen: Takımyıldızım

Safir, beni almaya gelebiliiir misin? Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Taksim’de, Alaska adında bir kulüpteyim.

Tanrı aşkına kulüpte ne işi vardı? Başına bir şey mi gelmişti? Onun için duyduğum endişeyle en iyisinin bir taksiye binmek olduğunu düşündüm ve kafamı kaldırıp sokağı gözetlerken tanıdık bir arabanın yaklaştığını gördüm. Kerem’di. Araba önümde durduğunda Kerem'in inip kapıyı açmasını istemediğimden hızlıca arka kapıya yöneldim ve kapıyı açıp içeriye girdim. Kerem’le dikiz aynasından göz göze geldiğimizde, "Merhaba Safir Hanım," dedi her zamanki saygılı tavrıyla. "Biraz geciktim bu akşam, ne yapayım Leyla kur yaparken vakit nasıl geçmiş anlamadım..."

Beni alması zorunlu olduğu bir şey bile değilken böyle kabahatli görünmesi mahcup olmama sebep oldu. "Problem değil," dedim yumuşak bir sesle. "Ben... aslında beni bir yere götürmesi isteyecektim senden. Taksim'de Alaska adında bir kulüp varmış, beni oraya götürebilir misin?"

Kaşlarını çattı. "Tabii götürürüm, biriyle falan mı buluşacaksınız?"

"Gazel'i alacağım."

Kerem daha fazlasını sormadan arabayı çalıştırdı ve ışıkların yanmasıyla kaldırım kenarından uzaklaştı. Kerem’le aramızdaki mesafeli ilişki artık daha rahat ve sevimliydi. Ellerimi gerginlikle dizlerimin arasına koyarken bakışlarım bilinçsizce koltuğun diğer tarafına kaydı. Orada genelde Hazer otururdu, aramızda hep mesafe olurdu, o mesafeden elini aramızdaki boşluğa uzatırdı ve o zaman aslında elini bana uzatmak istediğini anlardım.

Bana dokunmayı istediğini.

Yolculuğumuz çok uzun sürmedi, Kerem kısa sürede gideceğimiz yere vararak arabayı durdurdu. “Sizi yalnız bırakamam Safir Hanım," diyerek kendisi de inmek için arabanın kapısını açtı. "Hazer Bey ara ara bu mekâna gelir, tanışıklığı da var; güvenilir bir yer ama ne olur ne olmaz şimdi..."

Arabadan inip etrafa bakındığımda gözlerim tesadüf eseri tanıdık biriyle kesişti. Taksiden inen Behram'a bakakalmıştım ve onun da bir şaşkınlık yaşadığını gördüm. "Aa Behramcığım da burada," dediğini duydum Kerem'in.

Behram mesafeyi kapatarak yanımıza vardığında, "Merhaba," dedim, başka ne diyeceğimi bilemeyerek. Behram da bizim kadar şaşkın ve gergin görünüyordu. "Merhaba," dedi ve bakışlarını mekâna çevirerek insanlara baktı.

"Gazel'i almaya geldim," dedim ve bakışlarımı onun gibi mekâna çevirdim. "Burada olduğunu söyledi de..."

"Ben de," dedi Behram. Sanırım sesini ilk kez bu kadar gergin ve mutsuz duyuyordum. "Beni aradı, gelip almamı söyledi, geri çeviremedim..." Bakışlarını mekânın çevresindeki, bir kısmı sarhoş olan insanlarda gezdirdi. Gerçekten huzursuz görünüyordu. "Madem seni de aradı, bana ihtiyaç yok. Ben gideyim."

Ona hak veriyordum; bu ortamda bulunduğu için çok huzursuz ve isteksizdi. Mahcup olduğumu hissederek, "Kusura bakma lütfen," dedim nezaketle. "Sanırım kendini kaybetti, o yüzden seni aradı. Ben ona yardımcı olurum, sen elbette gidebilirsin. Lütfen mazur gö..."

"Behraaam!"

Cümlem bitmek üzereydi ki ikimizin de bakışları mekâna döndü. Gazel, genç bir adamın omzuna yaslanmıştı. Behram'a el sallıyor, abartılı bir şekilde gülüyordu. Tanrım! Bu kız kendine yapabileceği en büyük kötülükleri yapıyordu. Başımı çevirip Behram'a baktım ve yüzünde kontrolsüz bir kızgınlığın belirdiğini gördüm. Bakışları Gazel'in yüzünde birkaç saniye kadar durarak yanında uzanan çocuğa çevrildi ve o an yüzünden geçen tiksinti dolu ifade bana, işlerin artık çıkmaza doğru yol aldığını gösterdi. Gazel yanındaki çocuğu itti ve buraya doğru koşmaya başladı. Hiçbirimize fırsat tanımadan soluğu yanımızda aldı ve bir anda parmak uçlarında yükselerek kollarını Behram'ın boynuna doladı. "Gelmişsin..."

Bakışlarım kocaman oldu ve Behram'ın kaskatı kesilen suratı vücudumdan bir ürpertinin geçmesine sebep oldu. Kendisi de bu duruma hazırlıksız yakalanmış, donup kalmıştı. "Behram, çok özür dilerim. Tüm... yaptıklarım için."

Elimi ağzıma kapatarak başımı iki yana salladığımda az önceki çocuğun Gazel'e doğru yürümeye başladığını fark ettim ama Kerem birkaç hızlı harekette çocuğu savuşturdu ve onu uzaklaştırmaya başladı. Bu durumu toparlamalı, Behram'ı Gazel'in şuursuzluğundan korumalıydım. İleriye doğru bir adım atarken, "Yalan söylememeliydim," dedi Gazel ve o an neyden bahsettiğini anlayarak endişeye kapıldım. "Ama seni görünce... seni kendimden uzaklaştırma fikrinden hiç hoşlanmadım. Gerçeği söylersem benden hiç hoşlanmaz..."

"Gazel." Behram'ın sesi kaskatıydı ve elleri boşlukta bocalıyor, ne yapacağını bilemeyerek tereddüde düşüyordu. "Seninle bazı şeylerden konuşmuştuk, bazı mesafelerden… Biraz uzaklaşır…”

"Niye ki?" Gazel'in sesi gerçekten yorgundu. "Sarılmam hoşuna gitmiyor mu?"

Yanlarına yaklaşarak ellerimi Gazel'in omzuna koyduğumda, "Burada olduğuna inanamıyorum," dediğini duydum Behram'ın. Gazel'e bakmasa da söylediklerinin muhatabı oydu. "Bir erkekle buradan çıktığına…" Dudaklarını ısırarak sustu ve Gazel'den uzaklaşırken yüzündeki hemen hemen her kasın titrediğini gördüm. Behram'a yardımcı olarak Gazel'i omuzlarından kendime doğru çektim ve sarılmaları sonlandığında Gazel'in kulağına fısıldadım. "Lütfen daha fazla bir şey söyleme."

Gazel başını omzuma bıraktı ve sessizce ağlamaya başladı. Elimle saçlarını okşarken çekingen şekilde Behram'a baktım ve Kerem’in uzaklaştırdığı çocuğu izlediğini gördüm. Onu ilk defa bu kadar gergin, sıkıntılı gördüğüm için nasıl iletişim kuracağımı bilemiyordum. Bakışlarını bizden tarafa çevirdiğinde mahcubiyetle gülümseyerek, "Bunların senin hayatın için fazla olduğunu tahmin edebiliyorum," dedim yumuşak bir sesle. "Yine de lütfen davranışları yüzünden ona kızma."

"Hem de çok fazla," dedi yüzünü buruşturarak. Olduğu ortamdan son derece rahatsızdı ve sanki kaçıp gitmek istiyordu.

Bakışlarımı kaçırarak Gazel'in saçlarını okşarken, Behram da utanmış olmalı ki kızardı ve derin nefesler aldı. "Safir sen iyi bir kızsın, onu... böyle ortamlardan uzak tutsana."

O an Kerem'in bu mekânla ilgili söylediklerini anımsayarak, "Sen de iyi bir arkadaşsın," dedim. "Ama Hazer'i böyle mekânlardan uzak tutabiliyor musun?"

Sorum Behram'ı bozguna uğratmış olmalı ki cevap vermeden önce bir müddet sessiz kaldı. "Haklısın."

"Behram," dedim aynı yumuşak ses tonumla. "Gazel'i ilk kez böyle görüyorum. O mantıklı, aklıyla hareket eden biridir ama son zamanlarda kafası çok karışık. Ben... Ona yardımcı olacağım."

Kerem yanımıza dönmüştü. Behram omzumun üzerinden ileriye, çocuğun olduğu yere bakmaya devam ediyordu. "Ben de mantığımla, inandıklarımla hareket ederim," dedi Behram ve eliyle ensesini sıvazladı. "Böyle de devam edecek. O da tüm bu davranışlarına çekidüzen vermeli, ortak bir noktada buluşmalıyız yoksa oluru yok…”

Yanımızdan yürüyüp geçtiğinde onu izledim. Omuzları çökmüştü, etraftaki sarhoş, pervasız insanlara dönüp bakmadan sokağın ucuna doğru ilerliyordu. Sadece bir an durdu, başını hafifçe sağına çevirdi ve Gazel'in mekândan beraber çıktığı çocuğa uzun uzun baktı.

Sonra yoluna devam etti.

"Ben bir yalancıyım," diye bağırdı Gazel, onun arkasından. Behram'ın onu duyup duymadığını bilmiyordum ama Gazel'in sesi pişmanlık ve üzüntü doluydu. "Ben bir yalancıyım," diyerek daha yüksek sesle tekrarladı. "Affedilmez bir şey yaptım!"

Başını göğsüme biraz daha yasladığımda sesi boğuklaştı. Geriye gözyaşlarının yüküyle hıçkırıklarının sesi kaldı. "Behram, n'olur…" dedi, duyduğunu sanıyordu ama Behram çoktan gözden kaybolmuştu. "O eve gitmek istemiyorum, n'olur..."

Galip'in yanına dönmek istemiyor muydu? O zaman dönmezdi, kimse onu zorlayamazdı. Beraber kalırdık, Hazer evine onu da davet etmeme bir şey demezdi ki. "Gazel, seni arabaya bindirmeme yardımcı olur musun?"

Gazel'den hiçbir ses çıkmadığında, "Getir götür Kerem burada," diyerek bize yaklaştı Kerem. "Hemen yardım edeyim."

Ona minnetle baktım ve Gazel'in dirseğinden tuttuğunda uzanıp kapıyı açtım. Onu arka koltuğa yerleştirdikten sonra ben de yanına oturdum ve Kerem kısa süre içinde şoför koltuğuna yerleşerek arabayı çalıştırdı. Gazel'in vücudu sarsılıyordu, bu yüzden başını nazikçe omzuma yerleştirdim ve üşümesin diye Kerem'den ısıtıcıyı açmasını rica ettim.

Çenemi başının üstüne yaslayarak saçlarını okşamaya devam ederken cebimde bir titreme hissettim ve bunun mesaj olduğunu anladım.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Gazel'i evde misafir edebilirsin. Hem yalnız kalıp korkmamış olursun. İyi geceler.

Gazel’le görüştüğümü Kerem mi söylemişti? Yaptığım birçok şeyi ona mı bildiriyordu? Hazer'in ilgisi çok hoştu ama keşke bunu benden izin alarak yapsaydı. Dikiz aynasından Kerem’le göz göze geldiğimizde yutkundu ve ne olduğunu anlamış gibi kendini savunmaya geçti. "Ben sadece emir kuluyum."

Onu mahcup etmek istemeyerek önüme döndüm ve parmaklarımı, mâni olamadığım bir hevesle tuşlarda gezdirmeye başladım.

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Gracias. İyi geceler. No me hagas esperar demasiado.[4] 

Çenemi Gazel'in saçlarına yasladım ve onun sızlanmasını dinlerken yolun akıp gitmesini izledim. Hazer’in dönmesine daha ne kadar kalmıştı acaba? Gelmesini istiyordum artık.

Kerem süratli ama dikkatli şekilde arabayı kullanarak eve yaklaşırken sayısız ve sonsuz uzaklıkta görünen yıldızları izliyordum. O esnada arabanın durduğunu hissettim, kırmızı ışık yanmıştı. Dalgın dalgın camdan dışarıyı seyrederken gözüme bir şey çarptı. O an sonsuz uzaklıktaki yıldızların benim için karardığını, ışığın dünyadan çekildiğini, her yerin ıpıssız olduğunu hissettim. Kalbimin bir aslanın elinde olduğunu ve onu çiğ çiğ yediğini görmüş gibiydim. Buradaydı, caddenin diğer tarafında Müdire Hanım'ı görüyordum.

Geçen dört yılın ardından.

"Ara... Arabayı durdurur musun?" Cümle dudaklarımın arasından çıkıp kulağıma ulaştığında Kerem'in bana döndüğünü hayal meyal görmüştüm. Bakışlarım donuklaşırken arabanın zaten hareket etmediğini fark ettim ve bir an bile beklemeden kapıyı açıp kendimi dışarıya attım. Ayaklarım yerle buluşurken rüzgârın tokat gibi suratıma indiğini hissettim. Bakışlarım onun yüzüne, gülüşüne, gözlerine odaklanmıştı. Bu sanrı değildi, gerçekten karşımda duruyor ve gülümseyerek telefonuyla konuşuyordu. Gülümsüyordu! Ben, öldürdükleri çocukluğumun ağırlığını kollarımda tutarak kıvranırken o gerçekten gülümseyebiliyordu.

Kerem'in arabadan çıktığını, endişeyle arkamdan bağırdığını fark ettim ama kendimi durduramadım. Yumruklarımı sıkarak yolun karşısına geçmeye başladım. Etrafın yoğun gürültüsü ve şehrin ışıkları bir sis perdesinin ardında kalmış gibiydi. Bir araba aramızdaki yoldan süratle akıp gitti ve mesafemiz kapanırken dağınık saçlarımdan birkaç tutam suratıma uçuştu. Müdire Hanım atkısını omzuna doğru attı ve başını çevirdiğinde benimle göz göze geldi. O an, küçük bir kızın hayaleti aramızda yürüdü ve onun yakasına yapıştı. Anılar, köhne yerlerden bir bir çıkarken Müdire Hanım bakışlarını yavaşça çekti ve o an beni tanımadığını anladım. Doğru, çok kişiyi öldürdüğün için hatırlamazsın arkanda kaç ceset bıraktığını. Hatırlanmamak, onda biraz bile vicdan lekesi bırakmamış olmak beni daha kötü bir hale soktuğunda Müdire Hanım'ın yüzünün aldığı şekli gördüm. Çok geçmeden bakışlarını şokla bana çevirmişti.

Hatırlamıştı.

Ama... kaç kişi böyle hatırlanmayı isterdi ki?

Şaşkınlığından hareket edemiyordu ama ben durmamış, hâlâ ona doğru yürüyordum. Yüzündeki kırışıklıklar artmıştı, saçları artık omuz hizasındaydı ve onu gördüğüm son zamandan daha yaşlı görünüyordu. Sadece yürüyor, yanına vardığımda ne yapacağını hesap edemiyordum. Gözleri kocaman açılmıştı. Arabaların arkamdan ve önümden vızır vızır akıp geçtiğini hissederken Müdire Hanım'ın gerilemeye başladığını gördüm.

Demiştim size, aslında her katil daha çok korkar maktulünden.

Ona varmama bir adım kalmıştı ki çok yakınımızda bir korna sesi duyuldu ve Müdire Hanım kafasını o yöne çevirdi. Titredim, tırnaklarımın avuçlarımı kestiğini hissederek onun baktığı yere döndüm ve yaşlı bir adamın araba camından sarkarak ona el salladığını gördüm. Onu yanına çağırıyordu. Gitmesine izin veremezdim. Karşısına geçip, Nasıl gülümseyebiliyorsun? demek istiyordum. Yalvarışlarım tırmalamıyor mu hiç kulaklarını?

Bakışlarım tekrar ona döndüğünde kafasını iki yana salladığını gördüm. Artık zarar veremeyeceği kadar büyümüştüm ama vücudumda sayısız yarabandıyla. "Gerçek değilsin," dediğini duydum, ardından gözlerini kırpıştırarak yüzünü ovaladığını gördüm. "Hayaletsin sen, vicdan azabısın..."

Gerçeğim, dememe müsaade etmeden az önce onu arabasına çağıran adama doğru koşmaya başladı. Arabaya ulaşmaya çalışırken önümden geçmek zorunda kaldı ve o an daha önce hiç yapmadığım bir şey yaptım. Beni yalanlamasına tahammül edemeyerek ayağımı ileriye uzattım. Hızlı koştuğu için bunu göremedi ve ayağıma takılarak dizlerinin üzerinde yere düştü. Dudaklarının arasından acı dolu bir inilti çıktı.

"Ne oluyor burada?"

Adam yanımıza gelmişti ama ondan gelecek müdahale beni durdurmadı. Müdire Hanım'ın önüne geçtim ve onunla yüz yüze gelme amacıyla dizlerimin üzerine çöktüm. Yüzü eğik olduğu için başta beni fark edemedi ama bakışlarını kaldırdığında göz göze geldik. İşte bu gözlerin sahibiydi beni kollarımdan tutan, sarsan, susmam için tehditler savuran. İşte bu kadındı ruhumu temizce ortadan kaldırmayı başaran. Bu kadındı, diğerler gibi. O, Hüseyin, annem... Hatta belki, intiharıyla beni sevgisizliğe terk eden babam...

“Sa... Safir, gerçekten sensin," diyerek eliyle yüzündeki saçları geriye çekerken sayıklayarak konuşmaya devam etti. "Bana çelme taktığına inanamıyorum, sen..."

Aniden, tıpkı onun… ve hepsinin bana yaptığı şeyi yaparak elimi kaldırarak ağzını kapattım. "Sus," dedim yüzüne doğru, ağzını tamamen kapatırken. "Sus! Böyle diyordun bana... Neden öyle bakıyorsun? Çok korkunç değil mi, sırf senden güçlü olduğu için birinin sesi susturabilmesi ve bunu yaparken elini ağzına kapatması?"

Birinin beni dirseğimden tuttuğunu hissettiğimde çığlık atarak kaçmak istedim ancak tam o an bu dokunuşun beni böylesine korkutmasına sebep olan insanlardan birinin karşımda olduğuyla yüzleştim. Gözyaşlarım akarken bas bas bağırdım. "Şimdi sus ama ben istediğimde konuşacaksın tamam mı? O gün geldiğinde her şeye şahitlik edeceksin. İkinizi de hapse tıktıracağım. Her şeyi anlatacaksın. ‘Ben gördüm, ben şahidim, bu kıza sayısız kötülük ettik,’ diyeceksin! Şimdi sus... Ama zamanı geldiğinde, ben istediğimde konuşacaksın! Her şeyi bir bir anlatacaksın. Cezasız kalmayacaksınız. Ben utanmayacağım, siz utanacaksı..."

Konuşmaya devam ediyordum ki birinin beni kuvvetle çektiğini hissettim ve bir an sonra kendimi kaldırımın diğer ucunda, kalçamın üzerinde buldum. Yabancı adam beni itmiş, Müdire Hanım'ı kaldırmaya çalışıyordu. Adamın düşmanca bakışları bana döndüğünde ondan veya bana bir daha dokunmasından ürkerek geriledim. O esnada, "Ne yapıyorsun sen?" diyen hiddet yüklü bir ses duydum. Kerem bakış açıma girdi ve beni iten adamın üzerine yürümeye başladı. "Yaşına başına bakmam alırım ayağımın altına! Dön önüne!”

Titreyen vücudumu kaldırmaya çalışırken adamın konuşmamak için kendini sıktığını gördüm. Müdire Hanım'a dönerek onu kaldırmaya çalıştığında Kerem de benim yanıma geldi ve tek dizinin üzerine eğilirken, "Safir Hanım," dedi, sesine derin bir endişe hâkimdi. "İyi misiniz? Nasıl oldu da yetişemedim ya Allah cezamı versin! Durun, izin verin yardım edeyim."

Başımı salladım ve Kerem yavaşça dirseğimden tutup kalkmama yardımcı olduğunda gözyaşları içinde dönüp o kadına baktım. Yanındaki adamla arabaya yaklaşmıştı ve tam binmek üzereydi ki hissetmiş gibi omzunun üzerinden bana baktı. Tiksintiyle yüzümü buruşturarak önüme döndüm ve kollarımı kendime sararak arabaya yürümeye başladım.

Arabaya yerleştiğimde o arabanın çoktan çalışıp gözden kaybolduğunu gördüm. Kollarımı kendime sararak bacaklarımı yukarıya çıkardım ve Kerem de şoför koltuğuna yerleştiğinde dönüp Gazel'e baktım. Her şeyden habersizce uyuyordu. Bazen ona anlatmak istiyordum. Bak, bende ne kadar yara varsa hepsinin bir sahibi var, demek istiyordum. Gazel, n'olur uyan, ben uyuyamıyorum.

"Safir Hanım, iyi misiniz?"

Akan gözyaşlarımı sildim. "Çin’de saat kaçtır sence Kerem?"

Hazer’le biraz önce mesajlaşmıştık ama görüntülü arama yapmak için uygun bir saat olup olmadığını bilmiyordum. “Gece, iki üç gibidir sanırım Safir Hanım."

Aramak, konuşmak için gerçekten geç bir saatti. Oysaki görüntülü konuşmak, yüzünü görmek, iyi hissetmek istemiştim. Fakat yapacak bir şey yoktu, onu bu saatte rahatsız etmeyecektim. Üzüntüyle başımı sallayarak ellerimi saçlarımın arasına gömdüm ve yıldızları görmek için gözlerimi camdan dışarıya çevirdim.

Kerem ne kadar kötü hissettiğimi anlamış olmalı ki bir daha bana ne olduğunu sormadı, oldukça anlayışlı davrandı. Daha gece onu kâbusumda görmüştüm, bugünse gerçekten. Yanına nasıl gittiğimi bilmiyordum; sadece onunla yüzleşmek, onun vicdan azabı olmak istemiştim. Ona söylediklerimde ciddiydim, gün gelecek cezalarını çekmelerini sağlayacaktım. Gözlerini gördüğümde bana bağrışlarını, öfkesini, hakaretlerini, nasıl sustuğunu hatırlamıştım. On bir yaşındaydım ve onlar, hiçbir şeyden korkmadıkları kadar benden korkmuşlardı.

Araba durduğunda eve geldiğimizi gördüm. Kerem indi ve vakit kaybetmeden bahçenin kapısını açtı. Donmuş gibiydim, hareketsizce olup biteni izliyordum. Kerem dönüp arka kapıyı açtı ve benim Gazel'e yardım edemeyecek kadar kötü olduğumu gördüğünde izin ister gibi bana baktı. Sessizce başımı salladım ve o Gazel'i doğrultup arabadan inmesine yardımcı olurken, ben de kendi tarafımdaki kapıyı açtım. Kerem, Gazel’le bahçe kapısından girerken araba kapısını kapatarak yürümeye çalıştım. Sokağın karşısına, eve doğru yürümeye başladığımda gözyaşlarım hâlâ yanaklarımdan akıyordu. Tabii ki gün doğacak, güneş görünecekti ama benim için hiç aydınlık olmayacak gibiydi.

Sokağın karşısına, eve doğru bir adım daha atıyordum ki yere sürten teker sesleri duydum ve başımı çevirip sokağa baktım. Bir arabanın hızla üzerime geldiğini gördüm ve dudaklarım şokla aralanırken beynimden gelecek bir komut bekledim. Arabayla aramızda bir adım kadar mesafe kaldığında kalp atışlarımı kulaklarımda hissettim ve kendimi son anda kaldırıma attım. Ayaklarımın birbirine dolanmasıyla dizlerimin üzerine yapıştım. Araba, arkasında bir egzoz dumanı bırakarak süratle ilerlerken güçbela plakası olmadığını fark ettim. Ellerimdeki sızıyı hissederken araba gözden kayboldu ve gerisinde korku dolu bir kalbin atışlarını bıraktı.

Biraz orada durup soluklandıktan sonra doğruldum ve ellerimi silkeleyerek bahçe kapısından girdim. Ara sokakta neden bu kadar hızlı gittiğini anlamamıştım ama bir an gerçekten arabanın bana çarpacağı korkusuna kapılmıştım. Kalbim gürültüyle atarken bahçe boyu yürüdüm ve açık olan sokak kapısından eve girdim. Kerem, Gazel'i koltuğa yatırıyordu.

"Safir Hanım bir ihtiyacınız var mı?"

"Teşekkür ederim," dedim sessizce. "Sadece... uyumak istiyorum."

Kerem doğrulurken boğazımdaki kuruluğu hissettim ve birkaç yudum su içmek için mutfağa ilerledim. “Sence Hazer kaç güne döner Kerem?”

Güldü ama hemen sonra boğazını temizledi. “On beş güne falan.”

“Yuh!” diye bağırdım ve ne yaptığımı biraz sonra fark edip omzumun üzerinden Kerem’e baktım. Gülmemek için çabalıyordu. “Daha çok varmış, şaşırdım sadece.”

“Tabii tabii, sadece şaşırdınız, hiç üzülmediniz.”

Önüme dönerek sürahideki suyu bardağa doldurdum. “Kerem…”

“Hazer Bey de sizi özlemiştir ama ne yapsın adam, iş bu da Mila Hanım…” Üzülerek konuşuyordu.

Doğru, işini yapıyordu. Bekleyecektim, ne yapayım. O sırada, "Hazer Bey," diyerek Kerem'i tekrarladı Fıstık kafesinin içinden. "Hazer, Hazer, Hazer…”

Kerem evden ayrıldığında salona geçtim. Gazel sızmıştı, derin bir uykudaydı. Yukarıya çıktım ve misafir odasındaki battaniyeyi alıp indim. Battaniyeyi Gazel'in üzerine örterek koltuğun önünde dizlerimin üzerine çöktüm ve bir süre yüzünü izledim.

"Kararlarını doğru da bulsam yanlış da hep seninle olacağım," diye fısıldadım ve uzanıp alnından öptüm. "Çünkü sen benim takımyıldızımsın."

Tekrar üst kata çıktım ve koridorda bir süre durdum. Bir duş almak, tüm yorgunluğumu atmak istiyordum. Hâlâ kendime gelmiş değildim, gözyaşlarımın izleri yanaklarımı germişti. Kaldığım misafir odasına geçtim ve yanıma temiz havlu alarak banyonun yolunu tuttum. Güven sıkıntım yoktu, artık kendimi bu eve yabancı hissetmiyordum.

Hazer bunu bilse mutlu olurdu.

Garipti ama birbirimizi mutlu edebiliyorduk.

Bir erkeğin beni mutlu edebileceğini hiç düşünmemiştim.

Banyoya iç çamaşırlarımla girdim; mahrem yerlerime bakamaz, utanırdım. Hem yaralarım da varken... O yaralar, hepsini kendim açmıştım. Duşun altına girdim ve sıcak su başımdan akarken, ısrarcı gözyaşlarını serbest bırakarak ağlamaya başladım. Onunla göz göze gelmek, yaralarımı açıp izlemek gibiydi. Çok kötüydüm, iyi hissetmiyordum. Onların bana yaptıklarını zaten unutamamışken daha da sert şekilde yüzleşmek, avuçlarımın üstüne düşmek gibiydi. Hayatla savaşmak her zaman zor olmuştu ve ben her defasında kendime, Yıkılamazsın, demiştim. Düştüğün yerden kalkmasını öğrenmelisin, kendi yaralarını sarmayı öğrenmelisin.

Çünkü ben bir kahraman aramıyordum; kendi hayatımın kahramanı olmak istiyordum.

Banyodan ayrılarak kaldığım misafir odasına geçtim ve vakit kaybetmeden üzerimi giydim. Ev sıcaktı, bu yüzden askılı bir tişörtle tayt giymiştim. Saçlarımı bir el havlusuyla kuruladıktan sonra özenle taradım. Saçlarımı çok severdim, imkânım yetseydi güzel bakım kremleri kullanırdım ama hayatımda lükse yer yoktu. Saçlarımı taramayı bitirdiğimde kollarımı ovuşturarak koridora çıktım ve Hazer'in odasına yöneldim. Kapıyı açıp girdiğimde içimi tarifsiz bir sıcaklık kapladı ama bunu açıklayamıyordum. Abajuru açtım ve çarşafın üzerine çıkarak bir süre yatağa baktım. Acaba yatağın sağ tarafında mı yatıyordu sol tarafında mı? Belki tam ortasında yatıyordur. Vücudumu kaydırarak kendimi yatağın ortasına konumlandırdım ve bacaklarımı kendime doğru çekerek dertop oldum.

Aslında kalkıp dans etmek istiyordum ama... Hazer yokken müziğin sesini duyamıyordum.

Gözlerimi yumdum ve bakışlarımın önüne o kadının yüzünü değil de Hazer'inkini getirerek tatlı bir uykuya daldım. Ben uyurken gözyaşlarım hâlâ gözlerimin kenarlarından akıyordu ama nasıl olduysa uykumun bir anından sonra rüya görmeye başladım.

Rüyamda kapı açılıyor, içeri biri giriyordu ama garip olan, ışığın tıpkı uyumadan önce olduğu gibi yanmasıydı. Böyle geniş omuzlu, heybetli biriydi rüyamdaki. Güzel bir rüyaydı, hatta gerçeğe çok yakındı. O siluet kaybolduktan bir an sonra yine gözlerimin önünde belirdi ve dudaklarımdan bir gülümseme geçti. Artık bana daha yakındı. Yoksa Hazer miydi? Yatağın çöktüğünü hissederken soğuk bir nefes alnıma çarptı. Rüyada olduğum halde duyguları böyle hissetmeme şaşırarak gözlerimi kırpıştırdım ve Hazer'in kızarmış, üşümüş yüzünü gördüm. Karlar ülkesinden mi çıkıp gelmişti rüyama? Yüzü benim yüzüme hizalanmıştı ve bakışları cenneti görmüş gibiydi. "Hazer çık rüyamdan... Çok utanıyorum."

Görüntü pusluydu; zaten rüyalarda böyle olurdu. Gülümsüyordum çünkü yüzüne hasrettim ve onu gördüğüm için sevinç duyuyordum. Hoş bir ses geldi, sanırım Hazer rüyama gülüyordu. "Hımm," dedi usulca, sesi düşlerimin içinden tenime düşmüştü sanki. "Ne yapıyoruz ki utanıyorsun?"

Kıkırdadım. "Rüyamdan çık, bir uçağa atla ve lütfen yanıma gel.”

"Yanındayım," diye bir fısıltı duydum ve hemen ardından soğuk nefesin beni üşüttüğünü hissettim. "Ayışığında mest edici görünüyorsun."

"Çok üşümüşsün," dedim rüyamdaki Hazer'e ve uzanıp üzerindeki ceketle onu örtmeye çalıştım. "Nefesin bile üşümüş Han... Ellerin nerede? Isıtmana yardımcı olayım..."

Ellerini aramaya koyuldum. Biz daha el ele bile tutuşmamıştık, sadece parmaklarımız birbirine temas etmişti ama bu rüyaydı ve burada özgürdüm. Elini ararken üşümüş parmaklarına denk geldim ve onlara dokunarak, "Buradalar," diye fısıldadım. "Kar mı yağıyor yoksa?"

"Hem de çok."

Yanağımı Hazer'in kokusunu aldığım yastığa biraz daha bastırırken, "Yatağımdasın," dediğini işittim. Sesi şarkının sonuna gelmiş gibi kısıktı. "Evime gelip seni yatağımda bulmak... Mila, Mila, Mila... İsmini defalarca kez söyleyebilir miyim?"

"Por favor.[5]

Düşün içindeki gerçek gibiydi. Elle tutuluyordu, gözle görülüyordu ama rüyaydı değil mi? Mila Mila Mila. Hazer Hazer Hazer. O ve onunla ilgili her husus öyle ince bir sevinçle ruhumun ayaklarını yerden kesiyordu ki artık buna şaşıramıyordum bile. Sesi boğuklaştı, uzaklaştı, yok oldu. Gözlerimi kırpıştırarak açmaya çalıştığımda sisli bir perdenin ardından onu gördüm ve o an bir şeyleri gerçekten idrak etmeye başladım. Rüya bu kadar gerçekçi olamaz. Hazer bir düşten daha fazlası. Gerçek.

Üzerindeki kabanı çıkarıp yatağın ucuna bıraktığını, sonra kapıya ilerlediğini gördüm. Tanrım, o gerçekten buradaydı! Düş değildi, sanrı değildi, eve dönmüştü. Uykumun etkisi azalırken gözlerim tamamen açıldı ve ellerimin desteğiyle doğruldum.

Gelmişti! Hazer evine dönmüştü. Kerem on beş gün sonra demişti ama bu gece gelmişti. Vücudum bu sevinci kaldıramıyor, kemiklerim keskin bir cam gibi vücuduma batıyordu. Mutluluğun bu kadar güzel olmasının yanı sıra acı verici bir his olduğunu unutmuş olmalıydım.

Heyecanla kapıdan çıktığımda bakışlarımı koridorda dolaştırdım ve onun merdivenlere yöneldiğini gördüm. Nereye gidiyordu? Eşyalarını çıkarmaya mı?

Karanlığın içinde ona süzülürken Hazer hissetmiş gibi merdivenin ikinci basamağında durdu ve omzunun üzerinden bana döndü. Yüzünü seçmek zamanımı almış olsa da gözlerindeki parıltılar daha ilk andan beni bulutlara çıkarmıştı. Kalbimi ateşe atsalar, Hazer gider, sanki ellerinin yanması pahasına kalbimi o ateşin içinden alıp bana getirirdi. Muhtemelen bana duyduğu şefkatin beni sarhoş ettiğini hissettim ama sarhoş olmak kadar büyük bir günah bile onunla tertemiz görünüyordu. Nefesini tutmuş, beklentiyle bana bakıyordu. "Geldin," diye fısıldadım. "Hoş geldin."

"Ho... hoş buldum." Ben titreyerek ona doğru bir adım daha attığımda Hazer'in omuzları çok ağır bir yük taşıyormuş gibi çöktü. "Rüya olmadığımı fark etmişsin."

Hafifçe kızararak dudağımı ısırdığımda Hazer'in bakışları gözlerimden inerek yüzümün aşağısında birkaç saniye oyalandı. "Hâlâ burada olduğuna inanamıyorum."

Hazer'in göğüskafesi sertçe kalkıp indi. "Gelip neden daha yakından bakmıyorsun?"

Sise o kadar alışkındım ki güneşin doğuşunu görmek gözlerimi yakıyordu. “Lütfen, yapacağım şey için beni mazur gör..."

Hazer bir basamak çıkarak yönünü tamamen bana döndü. "Lütfen yap şunu."

Bacaklarım, her ne kadar heyecandan titrese de zor olanı yaptım ve birkaç küçük adım attım. Hazer de benimle bir basamak daha yükseldiğinde yüzü biraz daha aydınlandı ve saçlarına, kirpiklerine düşmüş kar taneleri göründü. Oradan bile, sanki bir mucizeyi gerçekleştirircesine eliyle kalbime dokunduğunda küçük adımlarım büyüdü ve bir an sonra olduğum yerden kuvvetle koşmaya başladım.

Aramızdaki mesafe kapanırken gördüğüm son şey onun sıcacık amber gözleri oldu ve bedenim bir saniye sonra hesapsız, kitapsızca onun bedenine çarptı. Hazer içini çekti ve kolları hep bu anı beklemiş gibi belimin iki yanından uzanarak bedenimi sardı.  Göğüslerimizin hiddetli çarpışmasıyla ayaklarım yerden kesildi ve kollarım Hazer'in kollarının altından sırtına uzanarak onu merhametle kucakladı. Vücudunun ısısı ona çarptığım ilk an beni iliklerime dek uyuştururken, üzerindeki kış ve soğuğun kokusu, boynundan yükselen odunsu kokuyla birleşerek burnumdan içeri sızdı. Başım omzuna düşerken saçlarım da omzundan aşağıya aktı ve Han'ın çenesi sol omzuma yerleşirken üzerimdeki kumaşı avcunun içine alarak beni kaburgalarımdan kalbine doğru sertçe yapıştırdı. Kulaklarım zonkladı, kalbim uğuldadı, her şey silikleşti ve yok oldu. Hazer'in sıcacık kollarında tüm yüklerimden arındım. Tam şu an bile kemiklerimi bedenimden sökebilirler ama beni onun kollarından sökemezler. 

"Mila, Mila, Mila," diye fısıldadı Hazer, beni olabildiğince kendine bastırırken. İkimiz de birbirimize daha fazla sarılmaya çalışıyorduk. "Benim Gece Yarısı Güneşi’m..."

BÖLÜM SONU.